Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..

2 Ocak 2024 Salı

Rodos

 

Bir vardı, bir yoktu…

Cümlem nereden başlar nerede biter bilmiyorum. Yeni yılın ilk günlerinde böyle bir sınavdan geçiyor olmak şaşırtıcı demeyelim de yaşam döngüsünün gerçekliği diyelim…

Rodos bizi 2019 un kasım ayı başında, bahar gibi bir günde seçmişti. O gün göğsüme başını koymasıyla aramızda inanılmaz bir bağ kuruldu. Eve getirdiğimde sanki evi kırk yıldır tanıyor gibi benimsemişti. Ertesi gün muayene ve aşı için veterinere gittiğimizde iki yaşında sağlıklı bir kedi olduğunu öğrendim. Veteriner iki kulağının kesik olmasına dikkat çekti ve bu kedinin Datça’ya ait olmadığını ya İstanbul’dan ya da İzmir’den getirildiğini ve terk edilmiş olabileceğini ifade etti. Belliydi ev kedisi olduğu, sarmaş dolaş bir hayat başladı. Gelişinden iki gün sonra babasıyla da tanıştı. O zamana kadar her türlü dört ayaklıya mesafeli olan Can Rodos tarafından fethedildi. Anlayacağınız aramızda üçlü bir aşk gelişti.

Gel zaman git zaman, İzmir Datça arası bizimle yolculuk etti. Şehirde apartman hayatı da yaşadı ama en çok bahçe seviyordu. Rodos’umuz her ne kadar insanla ilişki kurmak konusunda çok hassas ve sıcak olmasına karşın hemcinslerini, dört ayaklıları hiç sevmiyordu. Komşu kedilere rahat vermez, sinsi saldırganlığı bizi zaman zaman bezdirdi. Her an mahalleden şikâyet gelecek çekincesiyle ile tasmaya alıştırdık. Can sabırla onu tasmasıyla akşam üstü bahçede, sokakta gezdirir sonra da eve getirip geleneksel akşam yemeği yaş mamasını verirdi. Oğlumuz çok gurmeydi. Sonra bu çocuk böyle çok mutsuz özgürlüğünü istiyor diye bir yelek giydirdik, sırtına da bir zil taktık ki diğer kediler gelişini duysun diye. Ama ne mümkün bizim beyefendi yürüyüşünü değiştirerek eylemlerini sürdürdü. O zil iki oldu, tırnaklar düzenli kesildi. Ama komşu kedilere olan tacizi hiç bitmedi. Tek derdi vardı başka evlerdekiler de onu sevsin, sadece ona mama versinlerdi.

Kızdığımı, bezdiğimi de anlardı. Yere eğerdi başını ben konuştuğumda. Öyle bir bakardı ki; “tutamıyorum kendimi”, dercesine. Anniiiii diye miyavlardı. Gece ikimizin arasında yatardı. Popo babaya dayalı, yüzü çenemin altında, iki patisiyle sarılmış boynuma sarılıp yatardı. Onun yüzünden omuzlarım sakatlandı. Sonra sabah uyandığımızda beni beklerdi. Merdivenlerden birlikte inerdik, adım adım. Çok enteresan bir çocuktu. Ama hep bir gamı, tasası, bir öfkesi vardı hayata karşı.

Bir gün hastalandı vete götürdük tekrar, film çektiler. Şaşkın gözlerle çıktı Veterinerler. Bunun vücudunda saçma var dediler, kaburgalarının arasında duruyor. Yavrum iki yaşına kadar ne yaşadı hiç bilemedik. Ağzı vardı da dilini hiç anlamadık. Derin bir bağ ile, sezgiyle anlamaya çalışıyorduk.

Sonra geçen sene öbürü geldi, Tilos efendi. Bizim hatırımıza katlandı ona. Ağabeylik yaptı. Evin kurallarını öğretti. Ama yatağı hiç paylaşmadı.

Hayatımızın rutininde oğlanlara mama vereyim mi, dışarı çıkarayım mı, ay verme şunlardan diye diye zaman geçti. En mutluluk verici anlarımız akşamları idi. Soba yanıyor ve bizim çocuklar biri birimizin dibinde diğeri diğerimizin dibinde zaman geçti…

Altı ay öncesi çok hastalandı. Karaciğer sarılık, pankreas iltihaplanması, akciğer enfeksiyonu. Ölmek istedi, izin vermedik. Yirmi bir gün hiç yemedi, içmedi. Bırakın beni dedi, bırakmadık. Yirmi ikinci günün şafağında bir kap su içti, yırttı dedim. Ve gerçekten yırtmıştı. Tekrardan özel besinler, karaciğeri koruyan takviyelerle hayat devam etti. Ta ki kasım geldi arka patilerine basamaz oldu. Tekrar tedaviler vs toparladık. Fakat altı gün öncesi hem arka hem ön patiler tutmaz oldu, tuhaf seğirmeler, Parkinson tarzı titremeler meydana geldi. Göz titremeleri oluştu. Çok huzursuzdu. Yemeden içmeden kesildi…

Bugün kararımızla onu diğer aleme yolcu ettik.

Bunları neden yazdım, dedim ya cümlem nerede başlar nerede biter diye sağaltmak içinmiş meğer içimi. Rodosu böyle mi anlatmalıydım? Bilmiyorum!  

Vedalaşırken başında dedim ki ona: Annem artık öbür alemde arkadaşlarınla iyi geçin, olur mu? Patisiyle elimi sıktı, gözlerime baktı….

Onu sarıp sarmalayıp kucağıma verdi Veteriner. Tıbbi atık oluyormuş hayvanlar, olmasın dedik. Bahçemizde kayısı ile narenciyenin arasına bir mezar açtık. Kendi ellerimle yerleştirdim toprağa. Hala sıcacıktı, küçücük kalmıştı…

 Nevi şahsına münhasır bir dört ayak, bir beyefendi, beyaz göğsüyle yumuşacık, sert bakışlı bir efsaneydi bizim ovlumuz.. Dileğim gamı, tasası, öfkesi dinmiştir artık…

Her daim sevgisiyle heep kalbimizde duracak ilk göz ağrımız…

Seni çok sevdim-k be güzel oğlum…. Huzurla uyu…

Annen







                                                                   









 

 

5 Şubat 2023 Pazar

Fesleğen ya da Ocimum Basilicum

 


Benim atalarım Hindistan’da yetişirmiş. 7. yüzyılın başlarında Büyük İskender tarafından getirtilmişim ve güney Fransa topraklarında ün salmışım. İşte bu alışverişler sonucu bir şekilde Ege’de de köklenmişim. Bahar aylarında tohumlanıp yeşeririm.

Benim hikâyem nerede başladı onu hatırlamıyorum. Tek hatırladığım endüstriyel bir alanda bir sürü akrabamla birlikte saksılara belirli bir nizam içinde dikildik. Sevimsiz gri duvarlar arasında belirli noktalardan güneş alarak ve 2-3 günde bir sulanarak belirli bir boya geldik. Sonrasında bizleri kasalayıp kocaman bir tırın içine yerleştirdiler ve uzun bir yolculuğa çıktık. Tır her duraklamada bizlerden birer ikişer kasa alıp bir yerlere verdi. Bakalım ben nereye düşecektim. Tırın içi karanlık ve çok sevimsizdi. Hiçbir yerden güneş gelmiyordu. Su da vermiyorlardı. Bu kadar işkenceye nasıl dayanacaktım? Oysaki daha ömrüm yeni başlamıştı. Yaşamak ile ölmek arasında çok gidip geldim bu yolculukta.

O kadar halsiz kaldım ki kendimi uykuya verdim. İçim kurumuştu. Ben böyle uyku ile uyanıklık arasında gelip giderken tır durdu. Bulunduğumuz yerin kapılarını açtılar. Şişman ve sevimsiz bir adam benim bulunduğum kasayı kucakladığı gibi depo gibi bir yere bıraktı. Tanımadığım beyaz bir ışık aydınlatıyordu etrafı. Kuzenlerim de aynı sersemlikte kendilerine gelmeye ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

“Uyanın, uyanın” diye seslendim. Silkelenip şöyle bir gerindiler. Nereye gelmiştik biz? Gece miydi, gündüz müydü? Hiç bilmiyorduk. Uzun bir aradan sonra güzelce bir kız geldi. Bulunduğum kasayı kucağına alarak başka beyaz ışıklı bir bölüme götürdü. Etrafa bakıyordum, bir sürü raf vardı. Kutular, rengârenk paketler. Sonra başka bir bölüme geldik. Ya ben bunları tanıyordum. Meyve ve sebze familyasıydı bunlar. Hepsi türüne göre yine bir nizam içinde yerleştirilmiş, yatıyorlardı. Sonra anladım ki bir marketin içindeyiz. Bizleri de bir rafa yerleştirdi o güzel kız. Bir de başımı hafif okşadı. Ay bir hoş oldum. Bıraktım kendimi, tüm var gücümle kokumu saldım. Gözleri ışıl ışıl oldu. Toprağıma dokundu. Kuruduğumu anlayarak bir şişe su ile geldi ve hepimize sırayla su verdi. Çok mutlu olduk. Bir de güneşi görebilseydik…
Sonra bekleyiş başladı. Ne olacaktı şimdi? Bizleri kim alacaktı bakalım?

Fesleğenlerin ruh âlemi diye bir âlem vardır. Sizler Âdemoğulları ve Havva kızları bu âlemi bilmezsiniz. Atalarımızın tohumlarından yeni tohumlara geçen bir öğretidir. Der ki: “Kim ki sizlere sevgiyle dokunur, sevgiyle su verir ondan şifanızı, kokunuzu esirgemeyin. Sadık kalın bakanınıza.”

Rafta öylece sahibimi bekliyordum. Bütün kuzenlerim gitti birer birer. Bir ben kalmıştım, tek ve kendimi çok yalnız hissediyordum. Bu beyaz ışıklar da iyice canımı sıkıyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama toprağım artık iyice çatlamış ve yapraklarım birer birer sararmaya yüz tutmuştu. Oysa ben yaşamak istiyordum.

Bir akşam vaktiydi, sanırım öyleydi, Âdemoğulları ve Havva kızları ancak acıkınca böyle tavırlar sergiliyordu. Bunu uzun zamandır bu marketin içinde gözlüyordum. Beş kişilik bir grup geldi. Hepsi bir yerlere dağıldı. Birisi makarna arıyordu. Diğer ikisi şişelerin olduğu yere yöneldi. Diğer ikisi de sos için tartışıyordu. “Hazır sos mu alsak? Yok, yok fesleğen alalım, ondan yaparız” diye konuşmalara şahit oluyordum. Derken bir adamla göz göze geldim, “işte bu olur” dedi. Hepsi birlikte ellerinde ki malzemeyle kasa denilen o bantlı yere yöneldiler ve benim de fiyatım ödenip, onlarla birlikte uzun bir zamandan sonra havayı koklayabildiğim dış ortama çıktık. Sevinmeliydim aslında ama kafam karışmıştı. Onların benimle nasıl bir niyeti vardı? Bunca bekleyişin sonunda bir yemeğin içine sos mu olmaktı kaderim?

Sanırım evleriydi, bir tezgâhın üzerine bıraktılar beni. Koca bir kap çıkardılar içine su koydular. Sonra da ateşin üzerine oturttular o kabı. Makarna paketi yanı başımdaydı. Bana seslendi; “Hey fesleğen sen şimdi bana yaren olacaksın. Beni o suyun içine atacaklar, ben pişerken senin yapraklarından biraz tırtıklayacaklar, üzerime sos olacaksın. Lezzetime lezzet katacaksın. Sakın korkma, e mi?”
Sos mu? Fesleğenlerin ruhlar âleminde böyle bir öğreti dolaştı da ben mi duymadım diye çelişkiye düştüm. Sonra hatırladım, evet evet benim yapraklarımdan ilaç bile yapıyorlarmış. Sinek ısırıklarına deva imişim. Ama korkuyordum, yapraklarımı koparırken ya canımı acıtırlarsa? Hem benim hayalim bir masanın üzerinde güneşi içime çekerek, sevgiyle sulanmak ve koku salmaktı. Ya şimdi bu açlar beni iyice yolarlarsa ne yapardım?

Aha! Geldi işte beni tezgâhtan alan adam. Ya ne yapıyor? Yapraklarımı tek tek yolmaya başladı. “Yapmasana” desem de beni duymadı. Yoldu da yoldu. O yoldukça içim küstü. İşi bitince de beni saksımla birlikte bir pencerenin önüne koydu. Eksilmiş hissettim kendimi. Pencereden karanlığın derinliğine daldım ve yıldızlara bakarken uyuya kaldım. Rüyamda bir ses “yaşamalısın” diyordu.

Sabah bir gürültüyle uyandım. Yapraklarımdan sos yapan adam bir takım eşyaları dışarı taşıyordu. Kadın tezgâhı topladı, sildi. Akşamdan kalan kapları kapakları olan bir yerlere kaldırdı. Ortalığı düzenledikten sonra kapıyı üzerime kapattılar ve bir kilit sesiyle irkildim. Ne yani şimdi bu pencerenin önünde dışarının nefesini almadan öylece kala mı kalacaktım? Güneş vuruyordu üzerime ama toprağım çok kuruydu. Bu halde kaç gün geçti hatırlamıyorum. Çok bitkin düştüm… 
Derken, yine bir sabah kapı kilidinin açıldığını duydum. Bir kadın içeriye girdi. Ortalığa baktı. Kapısını açınca soğuk hava gelen bir aletin önünde durdu. İçinden birkaç malzeme aldı. Bir tepsiye yerleştirdi ve tam gitmeye hazırlanırken beni gördü.
-        Anneeem!.. Sen burada mı kaldın? Unuttular mı seni? Çok da susuz kalmışsın. Gel ben seni bizim eve götüreyim.


Özlem Kaya Çınar, Temmuz 2017, Datça
 

 

 

 

27 Mart 2020 Cuma

Yarım Asır



Çocukken kardeşimle evcilik oynarken, arada bir birbirimizin isimlerimizin arkasına “teyze” kelimesini eklerdik; “Özlem teyzeee” gibi. Çok uzak gelirdi o zamanlar. Sanırım onlu yaşlardaydık. 18 olmayı hayal ederdik. 18 olunca dünya bambaşka olacaktı ve biz büyümüş olacaktık.
18 olduğumda hayat bana çok başka şeyler sundu. Gerçekleşen hayallerim değildi belki ama bu gün “Özlem” olmama sebep olan merdivenlerin başıydı.
Şimdi geriye baktığımda neleri hatırlayıp neleri hatırlamadığımı düşünüyorum. Buradayım, yarım asırlık olmuşum ve tek hissettiğim şey hayatın uzun görünmesine rağmen zamanın ne çabuk geçtiğidir.
Bu ömrün içine kaç başbakan, kaç darbe, kaç cumhurbaşkanı sığdı diye anlatmayacağım elbet, çok klişe olur. Benim hayatım akarken hepiniz de bu zamanın paralelliği içinde şahitlik ettiniz tabi ki. Ne gerek var he mi?
Ama bugün benim doğum günüm! 28 Mart 1970, sallantılı bir gecenin içinde, “löküs” ışığında doğan bir çocuğun hikâyesinin başlangıcı. Oturup size şimdi hayat hikâyemi anlatacak değilim ki çoğunuz zaten buna şahit!
Son zamanlarda tek sorguladığım şey; karmam da nasıl bir günah vardı ki ben bu tarihe tanıklık ediyorum? Cevabını buldum mu? Bilmiyorum!..
Ankesörlü, jetonlu zamanlardan kaydırmalı cep telefonu teknolojisine geçtik ve sanki hep vardı gibi davranışlarımız beni halen çok şaşırtıyor. Neyse…
Yarım asırlık doğum günümü kutlamanın, ellinci yaşıma girmenin keyfini çıkartmayı çok başka türlü hayal ediyorken, hayat bizi bir yerde duraklattı. Mini minnacık bir virüs dünyayı kasıp kavururken benim doğum günümü nasıl kutlayacağımın bir önemi kalmadı… İnanın ki kalmadı! Başka yaşamlar var olma savaşı verirken, hayatın her gününün aslında bir armağan olduğunu uzun zaman önce kavramıştım da, bu sefer fena ders verdi.
Hepimiz bir karmaşa ve kargaşanın içindeyiz. Endişelerimiz, kaygılarımız eşit ve hepimiz yaşamak istiyoruz. Bütün dünyanın refleksi bu yönde ve buna şahitlik etmek her ne kadar yorduysa da bir o kadar heyecan veriyor. Eee! Elbette koç burcu olmanın verdiği lütufla bu heyecanı es geçemeyeceğim.
Heyecan niye? Sevgili virüs, canım Corona ya da Covid 19 bir mesaj vermek istiyor. Hepimizin o mesajı nasıl aldığına bağlı ama şuna inanıyorum ki o “eşitliği” savunuyor ve “bi dur!” diyor.
Dünya gümbür gümbür değişiyor… Endişeyle, kaygıyla, korkuyla…  Burada gözlemlediğim tek şey, güçlü olan kazanacak! Güç? Para, pul, sırça köşkler, saraylar, hanlar mı?  Sanmıyorum…
Güç, bana göre, sevgi, dayanışma, küskünlüklerinle her şeye rağmen baş etme. Zorlanmıyor muyum? Hem de nasıl? Elli yıllık ömrümde sevgiyle birlikte bir o kadar da kırıldım. En az sizin kadar, en çok sizin kadar… Herkesin hikâyesi en fazla kendi kadar…
Bu yolculukta çok insan geldi ve gitti. Hepsi dostum, arkadaşım oldu. Süresi dolan gitti, kimisi kaldığı yerden devam etti, kimisi sağlam kaldı ve yenileri geldi. Hepsinin bir katkısı oldu. Müteşekkirim hepsine…
Hayal kurdum hep. Hep hayallerim vardı bir kenarda. Hiç vazgeçmedim ve şimdi bakıyorum çoğu gerçekleşmiş aslında.
Mesleki anlamda kendimce zirvemi yakaladım ve hiç hırsım olmadı. Doydum, günü geldi ayrıldım, aklımda bir acaba kalmadı.
Kızımla anne-kız olmanın ötesinde, çok iyi arkadaş olduk. Zaman zaman çatışsak da o çatışmalar bize çok şey kattı ve ben onunla gurur duyuyorum…
Gençken aşkın hayalini kurarken, aşk beni kırklı yaşlarımda yakaladı. Çok geç mi acaba derken her gün bambaşka bir huzur ve sevgi yansımasını yaşamak bir ömre bedel…
Kısaca, dünya şimdi minnacık bir virüsle baş etmeye çalışırken ben yine de her şeye müteşekkirim. Şükür içindeyim. Her şey yeterli! Güneş her şeye rağmen doğuyor ve bu günler de geçecek… Ve ben ileride “laaa bu da benim yarım asırlık zamanıma denk geldi” diyeceğim. Torunlarıma anlatacağım…
Bir bahçemiz var, doğanın armağanlarıyla dolu. Salyangozlar yağmurdan sonra ortaya çıkıyor ve ben onları takip ediyorum, geriye bıraktıkları o sümüksü yolu. Geçen yılki fesleğenin tohumlarından yine nasıl yeni fesleğen olduğunu, nanenin kokusunu tekrar keşfediyorum. Latinlerim, galalarım baharı müjdeliyor… Gece oluyor, bir gök kubbe var ki ışıl ışıl…
Hayat devam edecek… Umudunu yitirme güzel dostum, umutsuzluğa kapılma… Madem geldik elbet hepimizin bir sebebi ve hayata anlamlı bir dokunuşu olacaktır. Kaldı ki, hayatı sindirdiysek her günümüz bir dokunuştan ibaret.
Hayatıma dokunduğunuz için, yolumdan geçtiğiniz için, dünyaya gelmem için kanal olan annemle babama ve hepinize teşekkür ediyorum…
Nice yıllara! İyi ki doğdum!




26 Ocak 2020 Pazar

Ben bir deprem gecesi doğdum. 
“Gediz Depremi, 28 Mart 1970 tarihinde yerel saatle 23.00'ten az sonra, merkezi Kütahya'nın batısındaki Gediz yöresinde meydana gelen deprem. Depremde Batı Anadolu sarsılmıştır. Bu depremi daha başka sarsıntılar takip etmiş ve haftalar sonra dahi farklı büyüklükte sarsıntılar ve ufak depremler hissedilmiştir. 
Yaklaşık olarak 3000 km2 genişliğindeki sarsıntı alanında takriben 3500 ev tamamen yıkılmış, 7000 ev ağır surette ve 10.600 den fazla bina da fazla ölçüde hasara uğramıştır. 33.000 aile, yaklaşık olarak 80.000 kişi barınaksız kalmış, 6 saniye süren depremde 800 kişi (yabancı kaynaklarda 1086 kişi) ölmüş ve 520 (yabancı kaynaklarda 1260 kişi) yaralanmıştır.”
Böyle sarsıntılı bir zamanda dünyaya gözünü açmak övünç duyulacak bir durum değil elbette. Depremler hep hassasiyetim olmuştur.
Yaşam döngümün içinde ilk etkilendiğim deprem, 1992 Erzincan depremi. 
“13 Mart 1992 tarihinde yerel saatle 19:08'de Türkiye'de Erzincan ilinin güneydoğusunda meydana gelen deprem. Depremin büyüklüğü 6,8 Ms olarak ölçüldü. 653 kişi öldü, 8057 bina hasar gördü veya yıkıldı. Bu deprem 1939 Erzincan Depremi'nin merkez üssü yakınındadır. Kuzey Anadolu fayı üzerinde bulunan Erzincan, bu depremle beraber tarihindeki altıncı büyük depremi yaşamıştır.”
1998 yılı çok çalkantılı bir dönemdi benim için. Kızımın yaşamış olduğu ciddi sağlık problemlerinin sonunda nihayet sağlığına kavuşmuş olması en büyük teselliydi. İstanbul’dan ayrılma zamanı gelip çatmıştı. Tayin bekliyorduk. Ben şehrimden ayrılmak istemiyordum ve kendime göre alternatifler arıyordum. O dönem çalıştığım hastanede de işler karışıktı. Ben ve ekibim organ nakli birimini henüz yeni kurmuştuk, iktidar değişimleri hastane yönetimini de etkilemişti. Ve bizlere diş bileyenler baş olmuştu. Türlü mobbingler sonucu cerrah arkadaşım daha fazla tahammül göstermeyerek hastaneden istifa etti ve özel bir hastanede görevine başladı. Yalnız kalmıştım. Organ nakli biriminin diyaliz bölümü çalışmaya başlamıştı ama kurduğum ameliyathane henüz işleve girmemişti. Ben de boş boş durmak yerine idareye defalarca beni tekrar merkez ameliyathanesine alın dememe rağmen, dönemin başhemşiresi beni bölgesel aşı kampanyalarında görevlendirdi. Bu mobbing değildiyse neydi? Ben de bunun üzerine tayin meselesini de dikkate alarak arayışa geçtim ve cerrah arkadaşımın geçtiği özel hastaneden çalışmam konusunda teklif aldım. İşlerimi düzenleyip orada işe başladım. Güzel, temiz ve profesyonel bir ortamdı.  Çalışma ortamından memnundum ve tayin çıkarsa devletten istifa edip burada çalışmaya karar verdim. Evde fırtına devam ediyordu. “Yok! Kalamazsın. Tayin çıkarsa beraber gideceğiz” gibi baskılar… ve tayin yerimiz belli oldu: Adana!
Hiç unutmuyorum; güneşli bir cuma günüydü, ameliyattayken dönemin ünlü pop şarkıcılarından Kerim Tekin’in ölüm haberi geldi. “Kar beyazdır ölüm” şarkısıyla çok etkilemişti bizi ve 23 yaşında bir trafik kazasında bu dünyadan ayrıldı. Henüz onun ölümünü  sindirememişken mesai bitimine doğru daha kötü bir haber geldi ve ekipçe televizyona kilitlendik!
“1998 Adana-Ceyhan depremi veya 1998 Adana depremi, yaklaşık 6,2 büyüklüğünde depremdi. Deprem, 27 Haziran 1998 tarihinde yerel saatle 16:55'te Çukurova olarak bilinen Türkiye'nin güney bölgesini vurdu.
Bu olay Türkiye'nin beşinci büyük şehri olan Adana ve Adana bölgesinin en kalabalık yöresi olan Ceyhan'ı ve bu iki şehir arasında Ceyhan Nehri boyunca yerleşmiş olan köylerde 145 kişinin ölümüne, 1.500 kişinin yaralanmasına ve binlerce kişinin evsiz kalmasına yol açtı.”
Televizyondaki görüntüler çok üzücüydü…
Evdeki fırtına kasırgaya dönüşmüştü, kendi içimde bir sürü sorgulamalar sonunda “aile” deyip pes ettim ve Temmuz ortası gibi Adana’ya doğru yola çıktık. Ankara’ya kadar gözyaşlarımı hiç tutamadığımı hatırlıyorum. Sanki içimden bir parça kopmuştu. 28 yaşındaydım, anneydim, eştim, hemşireydim, kadındım, gençtim, hayallerim ve gerçeklerim vs…
Adana’ya alışmak kolay olmadı. Ama mücadele ediyordum. Taşınmamızın üzerinden bir yıl geçmişti. Artık lojmanlarda oturuyorduk. Balkondan Çukurova ve Toroslar alabildiğine görünüyordu. Sıcak bir yaz gecesiydi. Tatilden yeni dönmüştük ve küçük kızımı da memlekete, babaanne ve anneanneye bırakmıştık.  17 Ağustos saat gece 03:30 da uyandım, her yer zifir karanlıktı. Elektrikler yoktu. Derin bir sessizlik içerisinde gökyüzünden geçen bir kargo uçağının yırtıcı sesiyle irkildim. Balkona çıktım bütün şehir karanlıktı. Anlamlandıramadım…
Sabah 07:30 da hem cep telefonu hem ev telefonu çalıyordu. Cep telefonunda kız kardeşim, ev telefonunda babam: Deprem olmuş!
“1999 Gölcük depremi, İzmit depremi, Marmara depremi ya da 17 Ağustos 1999 depremi! Türkiye'nin kuzey bölgelerinden boydan boya geçen Kuzey Anadolu fay hattının batı bölümünde meydana gelen deprem, 17 Ağustos 1999 Salı günü saat 03:01'de başladı ve 45 saniye sürdü. Depremin merkez üssü İzmit'in Gölcük ilçesi olarak açıklandı. Büyüklüğü de Richter ölçeğine göre ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi (USGS) tarafından 7.6; Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi tarafından ise 7.8 olarak ölçüldü. Bununla birlikte, bugün genel olarak depremin büyüklüğü, ilk yapılan açıklamalarda duyurulan 7.4 olarak kabul ediliyor ve bu ölçü kullanılıyor. 
17 Ağustos Depremi, büyüklüğü açısından Türkiye'de meydana gelen en büyük ikinci yer sarsıntısı olarak kayıtlara geçti. Derinliği 17 kilometre olan sarsıntıda yer kabuğunun sağa doğru hareket ettiği ve 120 kilometrelik bir hat boyunca kırıldığı tespit edildi. 17 Ağustos depremi tüm Marmara Bölgesi'nde, Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. 
Resmî raporlara göre 17.480 ölüm, 23.781 yaralanma oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 ev, 42.902 iş yeri hasar gördü. Resmî olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölü, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişi evsiz kalmıştır. Yaklaşık 16.000.000 insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye'nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddî kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.”

Sabah elektrikler gelmişti. Televizyonu açtım. Görüntüler dehşet vericiydi. 
“Jeoloji Mühendisleri Odası, depremden 3 ay sonra yayımladığı raporda, fayın üzerinden geçen alanların ortalama 4 metre civarında sağa ve ileriye doğru kaydığını yazdı.
Aynı raporda, Gölcük'teki ana merkez üssündeki kırılmanın ardından aynı fay kuşağı üzerinde daha doğuda yer alan Arifiye bölgesindeki bir başka deprem üssünün de devreye girmiş olabileceğinin düşünüldüğü belirtildi.
17 Ağustos Depremi, gerek nüfus yoğunluğu gerekse de ekonomik faaliyet açısından Türkiye'nin en önemli bölgesini etkiledi.
Resmi rakamlara göre, depremde 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi de yaralandı. 5 bin 840 kişi de kayboldu.
Ancak bölge halkı, can kaybının çok daha yüksek olduğunu öne sürüyor. Resmi olmayan kaynaklar, can kaybının 50 bin civarında olduğunu iddia ediyor.
İzmit Körfezi'nin güneyinde bulunan Gölcük, Değirmendere ve Karamürsel gibi bazı yerlerde sahile yakın kısımların depremle birlikte deniz sularının altında kalması can kaybı ve hasar tespitini zorlaştıran en önemli unsur olarak gösteriliyor.
Başbakanlık Kriz Merkezi'nin depremden birkaç ay sonra yaptığı açıklamaya göre, en fazla can kaybı yaklaşık 4 bin 500 kişi ile Gölcük'te oldu. Kocaeli'nde kayıtlara geçen can kaybı 4 bin olurken, Yalova ve Sakarya'da ise yaklaşık 2 bin 500'er kişi hayatını kaybetti. Depremin etkilediği İstanbul'un Avcılar ilçesinde ise 976 kişi yaşamını yitirdi.
Deprem Riskinin Araştırılarak Deprem Yönetiminde Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu'nun Temmuz 2010'da yayımladığı raporda, depremde 364 bin 905 konut ve işyerinin yıkıldığı ya da çeşitli düzeylerde hasar gördüğü belirtildi.
Can kayıplarının önemli bir bölümü binaların yıkılması ya da ağır hasar almasının sonucuydu.”
Ben bu depremde mesai arkadaşım, asistanlığa başladığı günden bu yana tanıdığım, efendi ve güzel yürekli beyin cerrahı Gürsel Polat ve eşi, meslektaşım Beyhan’ı Yalova’da kaybettim. Yakınlarının acısını hayal bile edemiyorum! Sabırlar diliyorum…
“Jeoloji Mühendisleri Odası, 1999 yılında yayımladığı raporda, can kaybını artıran en önemli 3 unsuru şöyle sıraladı:
Aktif Fay Zonu: Aktif fay hattı önceden bilinmesine karşılık bu hat boyunca yoğun yapılaşma ve yüksek nüfus potansiyeli hasar ve can kaybını artırmıştır. Fay zonundan uzaklaştıkça özellikle yamaçlarda ve dağ eteklerinde hasarın olmadığı veya çok az olduğu görülmektedir.
Sulu Alüvyon Zemin: Bolu-Yalova arasında fay zonu ve yakın çevresi, son derece yumuşak ve gevşek tutturulmuş kil, kum ve çakıl depolarından ve alüvyon zeminden oluşmuştur. Bu tür zeminler mevcut deprem şiddetini birkaç misli artıracak olumsuz özelliklere sahiptir.
Yapım hataları: Bölge 1. derece deprem bölgesi sınırları dahilindedir. Hal böyleyken ve deprem yönetmeliklerine uyulması zorunlu iken, depremdeki ağır hasar ve yüksek oranlı can kayıplarının önemli bir bölümü de, yapım hataları, zemin şartlarına uymayan yanlış temel tasarımları, kötü işçilik ve inşaatlarda kullanılan yapı malzemesi hataları ve çürüklüğünden kaynaklanmaktadır.”
Aradan üç ay geçti ve 1999 Düzce Depremi;
“12 Kasım 1999 Cuma günü saat 18.57'de aletsel büyüklüğü 7.2 ve merkez üssü Düzce olan deprem. 30 saniye süreyle etkili olan deprem, pek çok ilin yanı sıra Ukrayna'dan da hissedildi.
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi'nin açıklamasına göre, ölü sayısı 845, yaralı sayısı 4948, depremde hasar gören ve derhal yıkılması gereken bina sayısı 3395, yıkık ya da ağır hasarlı ev sayısı 12939, iş yeri sayısı ise 2450'dir. Depremden sonra Düzce ilçesi, Türkiye'nin 81. ili oldu.”
2000’li yıllar başlıyordu. Milenyum dediler! Haliyle insan farklı beklentilere giriyor. Teknoloji, bilim, uzay, dünya geneli başka bir yola doğru gidiyordu. Anlayacağınız hayat devam ediyordu ve gündem kendi gerçekliği içinde sürekli değişiyordu! Artık çevirmeli telefondan cep telefonlarına, bilgisayar dönemine girmiştik. Elbette arzumuz yıkılmayan evler, güvenli yuvalardı. Veli Göçer denilen zat 195 kişinin ölümüne neden olduğu iddiasıyla yargılandı, 2004 yılında cezası onandı  ve 18 yıl 9 ay hapis cezası aldı, ancak cezanın sadece 7.5 yılını hapis yatan müteahhit Veli Göçer, inşaat ve arsa ofisi şirketini yeniden açtı!
Bu süreç içinde 2 büyük deprem, Bingöl ve Van depremi oldu ve bir sürü insanın canı yandı, evsiz kaldı!
“2003 Bingöl Depremi, 1 Mayıs 2003 tarihinde yerel saatle 03.27'de (00:27 UTC) gerçekleşen, Türkiye'nin doğusunu etkileyen, 6,4 büyüklüğündeki depremdir. Merkezi Bingöl'ün 15 km. kuzeyindeki Bingöl bölgesidir. Etkilenen bölgede en az 176 kişi öldü, 625 bina çöktü veya ağır hasara uğradı. Çeltiksuyu'ndaki yatılı okulda koğuş bloku çöktüğünde 84 can kaybı meydana geldi.”
“23 Ekim 2011 günü Türkiye saati ile 13:41'de Van'da meydana gelen ve 25 saniye süren deprem. Depremin merkez üssü Van'a 17 kilometre uzaklıktaki Tabanlı köyüdür. Van depreminde 604 kişi hayatını kaybederken, 4152 kişi de yaralanmıştı.”
Yıllardır konuşuluyor, konuşuluyor, konuşuluyor… İnşaat sektörü aldı başını gitti. Sonuç? Güvenlik önlemleri, afet toplanma yerleri, bireysel eğitimler, toplumsal bilinçlendirmeler vs. Hani?
1999 depreminden kısa bir süre sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Japonya Uluslararası İş birliği Ajansı (JICA) arasında “Afet Azaltma Önleme Temel Planı” kapsamında bir çalışma anlaşması yapıldı. Buna göre Türkiye’de olası büyük bir depremde meydana gelebilecek tahribat değerlendirildi. Bu çalışma 2001 yılının sonlarında tamamlandığında tablo korkunçtu.
Eğer 7,5 şiddetinde bir deprem meydana gelirse İstanbul’da şöyle bir tablo ortaya çıkacaktı; 
  • 50 bin ile 60 bin arasında ağır hasarlı bina, 
  • 1 milyon 500 bin ile 600 bin arasında evsiz aile, 
  • 70 bin ile 90 bin civarında ölü, 
  • 120 bin ile 130 bin civarında ağır yaralı, 400 bin civarında hafif yaralı, 
  • Bin ile 2 bin noktada su sızıntısı, 30 bin doğalgaz servis kutusunda gaz çıkığı, 
  • 140 milyon ton enkaz, 
  • 1 milyon kişi için kurtarma operasyonu, 
  • 50 milyar dolar civarında maddi kayıp
  • 330 bin çadır ihtiyacı.
Bu araştırma tamamlanıp kamuoyu ile paylaşılmasının ardından yaklaşık 17 sene geçti. Bu süre zarfında İstanbul fiziki olarak neredeyse 3 kat büyüdü ve o gün 10 milyon 786 bin 300 olarak ölçülen İstanbul nüfusunun bugün resmi kayıtlara göre 19 milyona ulaştığı dile getiriliyor. Gayri resmi rakamlara göreyse, bu rakamın 22 milyon kişinin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu tablo göz önüne alındığında meydana gelebilecek bir depremin faturasının bir hayli kabarık olacağını söylemek mümkün. Böylesi büyük bir tedirginlik içinde İstanbul, 25 ve 26 Eylül tarihleri arasında en büyüğü 5.8 olmak üzere birçok artçı deprem ile sarsıldı.
GSM hatları çöktü, trafik kilitlendi ve insanlar büyük bir panik içinde ne yapacaklarını bilemedi.
WhatsApp ve benzeri sosyal medya iletişim araçlarında çeşitli ses kayıtları paylaşılması bir korku dalgasına sebep oldu.
Kamuoyu mevcut hükümet ve muhalefetin elinde bulunan Büyükşehir Belediyesi arasındaki güç ve siyaset mücadelesini büyük bir tiksinti içinde seyretti. 
Oysa deprem, zelzele, küçük kıyamet ya da başka bir ismiyle kıyamet-i sugra olarak bilinen bu doğal afet bu toprakların binlerce yıllık gerçeği olarak karşımıza çıkıyor. 
[Kaynak: Geçmişten günümüze depremler ve onlar kadar yıkıcı provokatörler, Mehmed Mazlum Çelik, https://www.independentturkish.com/node/75336/haber]
Ama nedense bu gerçeği kabullenmek ve ona göre yaşam biçimleri geliştirmek tabiatımızda yoktu! Bu gerçek ne zaman kendini hissettirse korku dağları aşıyordu “ya medet” diye her türlü haber takibi, yorum yapılır oluyordu. Bu süreç içinde kendimiz çok iyi deprem bilimcisi olduk. Bilim insanlarını ciddiye almak yerine imanımıza güvendik.  Günler geçti, aylar geçti ve hayat yeniden devam etti. Ta ki geçtiğimiz hafta Akhisar sallanana kadar.
“22.01.2020 Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü verilerine göre, saat 22.22'de merkez üssü Manisa'nın Aksihar ilçesinde 5,6 (revize 5.4) büyüklüğünde deprem meydana geldi.  Yerin yaklaşık 6,98 kilometre derinliğinde gerçekleşen deprem İzmir, Manisa, Aydın ve Denizli'nin yanı sıra Yalova ve Bursa ve İstanbul'da da hissedildi.”
Akhisar’ın artçıları devam ederken Elazığ’dan kötü haber geldi!
“24.01.2020 saat 20:55 Elazığ'da merkez üssü Sivrice ilçesi olan 6,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. 20 saniye sürdü. Depremde hayatını kaybedenlerin sayısı 36'ya yükseldi. Toplamda 30 bina yıkılırken, ilk tespitlere göre; 72 binanın yıkıldığı, 514’ünün ağır hasar aldığı ve 409’unun az ve orta hasarlı olduğu aktarıldı.  Elazığ'daki deprem sonrası AFAD koordinasyonundaki müdahale faaliyetleriyle enkazdan sağ çıkarılan kişi sayısı 45’e yükseldi. (Son güncelleme 26.01.2020, 16:20)
Elazığ Sivrice merkezli deprem, Gaziantep, Şanlıurfa, Malatya, Tunceli, Samsun, Tokat, Çorum, Sivas, Niğde, Kayseri Kırşehir, Trabzon, Ordu ve Giresun'da da hissedildi.”
Kurtarma ve enkaz kaldırma çalışmaları devam ediyor. Umarım hayatını kaybedenlerin sayısı artmaz!
“17 Ağustos'un ardından deprem konusu Türkiye'nin en önemli gündem maddesi haline geldi.
Bülent Ecevit başbakanlığındaki hükümet, gerek deprem sonrası yardım ve kurtarma çalışmalarında kullanılmak gerekse de depremin yarattığı ekonomik zararın etkilerini gidermek için bir dizi yasal düzenleme yürürlüğe koydu. Yapılan düzenlemeler arasında şunlar yer aldı:
Başta Özel İletişim Vergisi olmak üzere bir dizi yeni vergi getirildi ve bu vergilerin çok büyük bir kısmı halen yürürlükte bulunuyor
20 bilim insanı ve araştırmacıdan oluşan Ulusal Deprem Konseyi kuruldu ancak bu Konsey 2007 yılında lağvedildi
İstanbul'un pek çok noktasına deprem konteynırları yerleştirildi ve toplanma alanları belirlendi. Belirlenen toplanma alanlarının büyük bir bölümü daha sonra imara açıldı.
Deprem sigortası zorunlu hale getirildi
Türkiye genelinde arama-kurtarma ekiplerinin sayısı artırıldı
İmar yasalarında bir dizi değişiklikler yapıldı. Depremin ardından yapıların depreme dayanıklılık esasları ve denetim kuralları değiştirildi. 2007, 2012 ve son olarak 2019 yılında yönetmeliklerde ciddi değişikliklere gidildi.”
Dünyaya geleli yarım asır oldu, Gölcük depreminin üzerinden 20 yıl geçti. Ülkemiz coğrafi olarak bir deprem kuşağının üzerinde. Bu gerçeğimizin ta kendisi. Yasalar konuyor, vatandaş olarak görevlerimizi yerine getiriyoruz da ülkem neden hala enkaz altında?
Ben depremde doğdum. Elektrikler kesikmiş. Anam beni 'löküz' ışığında doğurmuş. Bu yazıya hangi duyguyla başladım biliyorum ama burada keseceğim. 
Kronolojik bir hatırlatma olarak kalsın istiyorum şimdilik! 
Dileğim bu gerçek hepimizin sonunu acı bir biçimde bulmasına sebep olmaz!
Özce

Not: İtalik paragraflar BBC ve CNN arşivlerinden alıntıdır. 




Görseller: Gürbüz Doğan Ekşioğlu

9 Aralık 2017 Cumartesi

Çınarıma






Çınar'ın kökleri gibi salınarak,
Yaprakları gibi gür,
Rengahenk her mevsim,
Seninle hep el ele,
Ömrümce...


Öz


2 Ocak 2017 Pazartesi

İsyan




Geçmiş geçmişte kalamıyor
verilmemiş hesapların,
duyulmamış çığlıkların,
göğe yükselen 'ah'ların
aynasıdır bugünler!!!

Özce




Resim:Bing Wright