Öz'ce... Das Leben geht weiter...
Hayat Kısa Kuşlar Uçuyor..
9 Ocak 2024 Salı
2 Ocak 2024 Salı
Rodos
Bir vardı, bir yoktu…
Cümlem nereden başlar nerede biter bilmiyorum. Yeni yılın
ilk günlerinde böyle bir sınavdan geçiyor olmak şaşırtıcı demeyelim de yaşam
döngüsünün gerçekliği diyelim…
Rodos bizi 2019 un kasım ayı başında, bahar gibi bir günde
seçmişti. O gün göğsüme başını koymasıyla aramızda inanılmaz bir bağ kuruldu.
Eve getirdiğimde sanki evi kırk yıldır tanıyor gibi benimsemişti. Ertesi gün
muayene ve aşı için veterinere gittiğimizde iki yaşında sağlıklı bir kedi
olduğunu öğrendim. Veteriner iki kulağının kesik olmasına dikkat çekti ve bu
kedinin Datça’ya ait olmadığını ya İstanbul’dan ya da İzmir’den getirildiğini
ve terk edilmiş olabileceğini ifade etti. Belliydi ev kedisi olduğu, sarmaş
dolaş bir hayat başladı. Gelişinden iki gün sonra babasıyla da tanıştı. O
zamana kadar her türlü dört ayaklıya mesafeli olan Can Rodos tarafından fethedildi.
Anlayacağınız aramızda üçlü bir aşk gelişti.
Gel zaman git zaman, İzmir Datça arası bizimle yolculuk
etti. Şehirde apartman hayatı da yaşadı ama en çok bahçe seviyordu. Rodos’umuz
her ne kadar insanla ilişki kurmak konusunda çok hassas ve sıcak olmasına
karşın hemcinslerini, dört ayaklıları hiç sevmiyordu. Komşu kedilere rahat
vermez, sinsi saldırganlığı bizi zaman zaman bezdirdi. Her an mahalleden şikâyet
gelecek çekincesiyle ile tasmaya alıştırdık. Can sabırla onu tasmasıyla akşam
üstü bahçede, sokakta gezdirir sonra da eve getirip geleneksel akşam yemeği yaş
mamasını verirdi. Oğlumuz çok gurmeydi. Sonra bu çocuk böyle çok mutsuz
özgürlüğünü istiyor diye bir yelek giydirdik, sırtına da bir zil taktık ki
diğer kediler gelişini duysun diye. Ama ne mümkün bizim beyefendi yürüyüşünü
değiştirerek eylemlerini sürdürdü. O zil iki oldu, tırnaklar düzenli kesildi.
Ama komşu kedilere olan tacizi hiç bitmedi. Tek derdi vardı başka evlerdekiler
de onu sevsin, sadece ona mama versinlerdi.
Kızdığımı, bezdiğimi de anlardı. Yere eğerdi başını ben
konuştuğumda. Öyle bir bakardı ki; “tutamıyorum kendimi”, dercesine. Anniiiii
diye miyavlardı. Gece ikimizin arasında yatardı. Popo babaya dayalı, yüzü
çenemin altında, iki patisiyle sarılmış boynuma sarılıp yatardı. Onun yüzünden
omuzlarım sakatlandı. Sonra sabah uyandığımızda beni beklerdi. Merdivenlerden
birlikte inerdik, adım adım. Çok enteresan bir çocuktu. Ama hep bir gamı,
tasası, bir öfkesi vardı hayata karşı.
Bir gün hastalandı vete götürdük tekrar, film çektiler.
Şaşkın gözlerle çıktı Veterinerler. Bunun vücudunda saçma var dediler,
kaburgalarının arasında duruyor. Yavrum iki yaşına kadar ne yaşadı hiç
bilemedik. Ağzı vardı da dilini hiç anlamadık. Derin bir bağ ile, sezgiyle
anlamaya çalışıyorduk.
Sonra geçen sene öbürü geldi, Tilos efendi. Bizim hatırımıza
katlandı ona. Ağabeylik yaptı. Evin kurallarını öğretti. Ama yatağı hiç
paylaşmadı.
Hayatımızın rutininde oğlanlara mama vereyim mi, dışarı
çıkarayım mı, ay verme şunlardan diye diye zaman geçti. En mutluluk verici
anlarımız akşamları idi. Soba yanıyor ve bizim çocuklar biri birimizin dibinde
diğeri diğerimizin dibinde zaman geçti…
Altı ay öncesi çok hastalandı. Karaciğer sarılık, pankreas
iltihaplanması, akciğer enfeksiyonu. Ölmek istedi, izin vermedik. Yirmi bir gün
hiç yemedi, içmedi. Bırakın beni dedi, bırakmadık. Yirmi ikinci günün şafağında
bir kap su içti, yırttı dedim. Ve gerçekten yırtmıştı. Tekrardan özel besinler,
karaciğeri koruyan takviyelerle hayat devam etti. Ta ki kasım geldi arka
patilerine basamaz oldu. Tekrar tedaviler vs toparladık. Fakat altı gün öncesi
hem arka hem ön patiler tutmaz oldu, tuhaf seğirmeler, Parkinson tarzı titremeler
meydana geldi. Göz titremeleri oluştu. Çok huzursuzdu. Yemeden içmeden kesildi…
Bugün kararımızla onu diğer aleme yolcu ettik.
Bunları neden yazdım, dedim ya cümlem nerede başlar nerede
biter diye sağaltmak içinmiş meğer içimi. Rodosu böyle mi anlatmalıydım?
Bilmiyorum!
Vedalaşırken başında dedim ki ona: Annem artık öbür alemde arkadaşlarınla iyi geçin, olur mu? Patisiyle elimi sıktı, gözlerime baktı….
Onu sarıp sarmalayıp kucağıma verdi Veteriner. Tıbbi atık oluyormuş hayvanlar, olmasın dedik. Bahçemizde kayısı ile narenciyenin arasına bir mezar açtık. Kendi ellerimle yerleştirdim toprağa. Hala sıcacıktı, küçücük kalmıştı…
Nevi şahsına münhasır
bir dört ayak, bir beyefendi, beyaz göğsüyle yumuşacık, sert bakışlı bir efsaneydi
bizim ovlumuz.. Dileğim gamı, tasası, öfkesi dinmiştir artık…
Her daim sevgisiyle heep kalbimizde duracak ilk göz ağrımız…
Seni çok sevdim-k be güzel oğlum…. Huzurla uyu…
Annen
5 Şubat 2023 Pazar
Fesleğen ya da Ocimum Basilicum
Benim hikâyem nerede başladı onu hatırlamıyorum. Tek hatırladığım endüstriyel bir alanda bir sürü akrabamla birlikte saksılara belirli bir nizam içinde dikildik. Sevimsiz gri duvarlar arasında belirli noktalardan güneş alarak ve 2-3 günde bir sulanarak belirli bir boya geldik. Sonrasında bizleri kasalayıp kocaman bir tırın içine yerleştirdiler ve uzun bir yolculuğa çıktık. Tır her duraklamada bizlerden birer ikişer kasa alıp bir yerlere verdi. Bakalım ben nereye düşecektim. Tırın içi karanlık ve çok sevimsizdi. Hiçbir yerden güneş gelmiyordu. Su da vermiyorlardı. Bu kadar işkenceye nasıl dayanacaktım? Oysaki daha ömrüm yeni başlamıştı. Yaşamak ile ölmek arasında çok gidip geldim bu yolculukta.
O kadar halsiz kaldım ki kendimi uykuya verdim. İçim kurumuştu. Ben böyle uyku ile uyanıklık arasında gelip giderken tır durdu. Bulunduğumuz yerin kapılarını açtılar. Şişman ve sevimsiz bir adam benim bulunduğum kasayı kucakladığı gibi depo gibi bir yere bıraktı. Tanımadığım beyaz bir ışık aydınlatıyordu etrafı. Kuzenlerim de aynı sersemlikte kendilerine gelmeye ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
“Uyanın, uyanın” diye seslendim. Silkelenip şöyle bir gerindiler. Nereye gelmiştik biz? Gece miydi, gündüz müydü? Hiç bilmiyorduk. Uzun bir aradan sonra güzelce bir kız geldi. Bulunduğum kasayı kucağına alarak başka beyaz ışıklı bir bölüme götürdü. Etrafa bakıyordum, bir sürü raf vardı. Kutular, rengârenk paketler. Sonra başka bir bölüme geldik. Ya ben bunları tanıyordum. Meyve ve sebze familyasıydı bunlar. Hepsi türüne göre yine bir nizam içinde yerleştirilmiş, yatıyorlardı. Sonra anladım ki bir marketin içindeyiz. Bizleri de bir rafa yerleştirdi o güzel kız. Bir de başımı hafif okşadı. Ay bir hoş oldum. Bıraktım kendimi, tüm var gücümle kokumu saldım. Gözleri ışıl ışıl oldu. Toprağıma dokundu. Kuruduğumu anlayarak bir şişe su ile geldi ve hepimize sırayla su verdi. Çok mutlu olduk. Bir de güneşi görebilseydik…
Sonra bekleyiş başladı. Ne olacaktı şimdi? Bizleri kim alacaktı bakalım?
Fesleğenlerin ruh âlemi diye bir âlem vardır. Sizler Âdemoğulları ve Havva kızları bu âlemi bilmezsiniz. Atalarımızın tohumlarından yeni tohumlara geçen bir öğretidir. Der ki: “Kim ki sizlere sevgiyle dokunur, sevgiyle su verir ondan şifanızı, kokunuzu esirgemeyin. Sadık kalın bakanınıza.”
Rafta öylece sahibimi bekliyordum. Bütün kuzenlerim gitti birer birer. Bir ben kalmıştım, tek ve kendimi çok yalnız hissediyordum. Bu beyaz ışıklar da iyice canımı sıkıyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama toprağım artık iyice çatlamış ve yapraklarım birer birer sararmaya yüz tutmuştu. Oysa ben yaşamak istiyordum.
Bir akşam vaktiydi, sanırım öyleydi, Âdemoğulları ve Havva kızları ancak acıkınca böyle tavırlar sergiliyordu. Bunu uzun zamandır bu marketin içinde gözlüyordum. Beş kişilik bir grup geldi. Hepsi bir yerlere dağıldı. Birisi makarna arıyordu. Diğer ikisi şişelerin olduğu yere yöneldi. Diğer ikisi de sos için tartışıyordu. “Hazır sos mu alsak? Yok, yok fesleğen alalım, ondan yaparız” diye konuşmalara şahit oluyordum. Derken bir adamla göz göze geldim, “işte bu olur” dedi. Hepsi birlikte ellerinde ki malzemeyle kasa denilen o bantlı yere yöneldiler ve benim de fiyatım ödenip, onlarla birlikte uzun bir zamandan sonra havayı koklayabildiğim dış ortama çıktık. Sevinmeliydim aslında ama kafam karışmıştı. Onların benimle nasıl bir niyeti vardı? Bunca bekleyişin sonunda bir yemeğin içine sos mu olmaktı kaderim?
Sanırım evleriydi, bir tezgâhın üzerine bıraktılar beni. Koca bir kap çıkardılar içine su koydular. Sonra da ateşin üzerine oturttular o kabı. Makarna paketi yanı başımdaydı. Bana seslendi; “Hey fesleğen sen şimdi bana yaren olacaksın. Beni o suyun içine atacaklar, ben pişerken senin yapraklarından biraz tırtıklayacaklar, üzerime sos olacaksın. Lezzetime lezzet katacaksın. Sakın korkma, e mi?”
Aha! Geldi işte beni tezgâhtan alan adam. Ya ne yapıyor? Yapraklarımı tek tek yolmaya başladı. “Yapmasana” desem de beni duymadı. Yoldu da yoldu. O yoldukça içim küstü. İşi bitince de beni saksımla birlikte bir pencerenin önüne koydu. Eksilmiş hissettim kendimi. Pencereden karanlığın derinliğine daldım ve yıldızlara bakarken uyuya kaldım. Rüyamda bir ses “yaşamalısın” diyordu.
Sabah bir gürültüyle uyandım. Yapraklarımdan sos yapan adam bir takım eşyaları dışarı taşıyordu. Kadın tezgâhı topladı, sildi. Akşamdan kalan kapları kapakları olan bir yerlere kaldırdı. Ortalığı düzenledikten sonra kapıyı üzerime kapattılar ve bir kilit sesiyle irkildim. Ne yani şimdi bu pencerenin önünde dışarının nefesini almadan öylece kala mı kalacaktım? Güneş vuruyordu üzerime ama toprağım çok kuruydu. Bu halde kaç gün geçti hatırlamıyorum. Çok bitkin düştüm…
- Anneeem!.. Sen burada mı kaldın? Unuttular mı seni? Çok da susuz kalmışsın. Gel ben seni bizim eve götüreyim.
Özlem Kaya Çınar, Temmuz 2017, Datça
27 Mart 2020 Cuma
Yarım Asır
26 Ocak 2020 Pazar
- 50 bin ile 60 bin arasında ağır hasarlı bina,
- 1 milyon 500 bin ile 600 bin arasında evsiz aile,
- 70 bin ile 90 bin civarında ölü,
- 120 bin ile 130 bin civarında ağır yaralı, 400 bin civarında hafif yaralı,
- Bin ile 2 bin noktada su sızıntısı, 30 bin doğalgaz servis kutusunda gaz çıkığı,
- 140 milyon ton enkaz,
- 1 milyon kişi için kurtarma operasyonu,
- 50 milyar dolar civarında maddi kayıp
- 330 bin çadır ihtiyacı.
9 Aralık 2017 Cumartesi
Çınarıma
Rengahenk her mevsim,
Seninle hep el ele, Ömrümce...
2 Ocak 2017 Pazartesi
İsyan
verilmemiş hesapların,
duyulmamış çığlıkların,
göğe yükselen 'ah'ların
aynasıdır bugünler!!!